Bu sabah kalkıp iyi bir kahvaltı
yaptıktan sonra artan çayı termosa doldurup,
bir poşete ekmek, bardak, şeker ve bir kitap koyup, bir başka poşete de
oltalarımı, misinalarımı koyup, sonra da bunları sırt çantama doldurdum ve eşofmanımın
altından deniz şortunu da giyip bisiklete bindiğim gibi bastım pedala.
Sahilden gidebildiğim kadar
giderek, yaklaşık dört km kadar sonra bir dolma iskeleye demir salıp, kamışın
ucundaki oltalara ekmek sarıp, hadi rasgele diyerek attım denize. Hani olurda balık vurursa akşama ızgara ya da
buğulama yaparım hayalleri ile oturup bir taşa,
kitabımı alıp başladım okumaya.
“... İkisinin de daha önce hiç şevişmediği bir şekilde şevişiyorlardı.
Ciddi ve uzun uzadıya, sanki sona ulaşmak, bir kavrayışa erişme imkanının sona
ermesi anlamına gelmek zorundaymış gibi,
... bir oğuldu elbette ki.
Al-ıth biliyordu ve kendisi de biliyordu. Çünkü bu birleşmenin bir oğul vücuda
getirmesi gerekli ve tutarlıydı. Üçüncü ve Dördüncü kuşakların
evliliğinden bir oğul vücuda gelmeliydi.
Bu çok açıktı...” ..Bayram bayram dedikleri her
nedense her zaman ve her yerde hüzünlendirir beni. Bilmiyorum neden. ”.. döndüğünde
Al-ıth’i kaç gündür ilk defa...” ...Belki de
çocukluğumun etkileri. Yaşanmışlıklar ve yaşanamamışlıklardan geriye kalan
hüzünler toplamı. “...Al-ıth, Ben Ata’nın askerlik
faaliyetleri boyunca sayısız çocuğun babası olduğunu ve bunların...” ...
Daha çok da yaşanmamışlıklar. Bu biraz bayram geyiği oldu ama ne yaparsın
ki, istemesen de, sevmesen de, hüzünlensen
de, sen umursamasan da dışındaki bir
dünya öyle ya da böyle yaşıyor ve bir yerinden yakalayıp vuruyor seni yere.
Örneğin anneni-babanı- ağbini aramazsan alınıp, kırılıyorlar. Çünkü gelenekleri
ve tarihleri boyunca her yıl bir-kaç defa ve üstelik 3-5 gün gibi uzun süreler yaşadıkları için
öylesine içselleştirmişler ki, bi alo
demezsen ya da bir uğramazsan alınıyorlar ve ben, işte bu nokta da, onlar mutlu olsun diye bayramı yakalıyorum
bir ucundan. Bi yararı olsa bari. Eskiden para filan verirlerdi şimdi o da yok.
Büyüdü almaz diye teklif bile etmiyorlar artık. Oysa tam zamanı o harçlıkların.
Neyse...
Allah allah... Dalıp gitmişim bu
düşüncelerle kitaba. Ama okuduğum ne kitap ne de gördüğüm deniz. Sadece
mırıldanmalar, yankısını denizde bulan ve hafif şırıltılarda kaybolup giden.
Düşüncelerden sıyrılıp kalkıyorum
oturduğum yerden. Oltamı kontrol ediyorum. Bi bok yok. Olmasını beklediğim de
yok. Bunun neresi spor ki? Boş zamanlarında ne yaparsın? Balık avlayamama
yaparım.
Denize girsem mi acaba? Yok biraz daha
bekleyeyim. Saat bir gibi bi dalar çıkarım.
Tekrar kitabımı
alıp bu sefer okuyacağım diyerek oturuyorum aynı yere. Sırtım arkadaki
evlere, önüm denize yarım dönük. Tekrar
okumaya başlıyorum Evlilikler adlı kitabı. Öyle sıktı ki bu kitap beni.
Sırf yarım bırakmamak için okuyorum. BenAta, Al-Ith arasındaki evlilik ve
fantastik bir roman. Yargılayıcı.
...
-
Selamınaleykum..
-
Aleykuma
selam..
-
Napıp durug?
-
Yaptığım
yoktur amca, beklip durum.
Tanıdık gibi sanki. Ama hatırlayamadım.
Kitabı bırakıyorum
hemen çantanın gözüne. Amcam yoldan selamlayıp sonra da yöneldi bana doğru. Yaş
70-75 arası. Hala dinç ve ‘sizi de götürürüm’ der gibi dimdik yürüyor. Sağ
ayağı biraz aksıyor galiba. Uzun boynu hafif sola yatık ve kafasındaki kasket
ile biraz dedemi andırıyor sanki. Doldurma iskelede zorla yürüyerek, taşlardan
yavaş ve dikkatli sekerek geliyor.
Herhangi bir
Anadolu kasaba ya da köyünde, baharda
açan güneşin karşısında, camii yada
kahvehane önünde oturup, yarı uyuklar vaziyette, elleri bastona dayalı güneşlenen
herhangi bir ihtiyardan farkı yok. Buralara ait olduğunu gösteren tek belirti
konuşması, şivesi.
Yeniden,
-
Selamınaleykum..
-
Aleykuma
selam..
-
Gelip-geden,
vuran vaamı?
-
Yok. Önemli
değil zaten amca. Vursun diye beklemiyorum.
-
Sen buralalı
deelsin heral?
-
Yok değilim.
-
Nerelisin ?
-
Çorumluyum.
-
Napıpdurug
buurda?
-
Orda-burda
çalışıyorum.
-
Heee ...
-
Neresinden
Çorumug?
-
Sungurludan
-
...
-
...
-
Burada, bizim
bi ali vaardı, Tahtacılaarlan çok düşüp
galhaardı. Neersinden bilmim emme o da Çorumluydu. Epeydiir, kac senediir yok
ortalaarda. Senden eyi olması eyi adamdı. Çorumlu lokantacılaar vaar Bodrum
da, bilig mi?
-
Hayır amca,
tanıdığım yok.
-
Heee..
İhtiyarın her
‘hee’si şüpe ihtiva ediyor. Kısa bir ara veriyoruz konuşmaya. Amcam kasketini
çıkartıp bıkmış gibi atıyor yanına. Sanki bir şeye, bana,
ya da kaskete kızdı. Gözü, çantanın gözünden yarısı dışarıda duran
kitaba takıldı. O gelirken kitabı çantaya bıraktığımı düşündü herhalde. Bana
çaktırmadan çantayı süzüyor. Çantadan termosu, bardağı ve şekeri çıkartıyorum.
Bu sefer ben sormaya başlıyorum.
-
Sen nerelisin
amca?
-
Ben taa
ooralıım.
Oralıyım derken
kolunu Bodrum’dan yana uzatıyor umursamazca. Ama ora geniş mi geniş bir alan.
-
Mumcular
tarafından mı?
-
Yok yav
Aspat’lıyım been.
-
Doğma-büyüme?
-
Öyle sayılıı..
Seramik
kupaya doldurduğum çayı uzatıyorum, itirazsız alıyor. Dört şeker atıyor. Kaşık
getirmemişim. Pilot kalemi çıkartıp uzatıyorum. Eliyle hayır diyerek, önünde
bir yer bulup taşların arasına sıkıştırıyor kupayı. Ceplerini aramaya başlıyor.
-
Bizimkileer
önce Milas’a gelmişleer. Sona, oralaada duramayıp bu taraflaara gelmişleer. Balıkcılık, süngercilik ne
etmişleer. Taarla, zeytinlik neeim almışlaar. Kalmışlaar buralaarda. Ben da
küçüdüm az hatıırlıp durum.
Eskimiş, kemik saplı bir çakı çıkartıyor. Çakıyı
açıyor ve çakının üzerindeki portakal lekelerine takılıyor gözleri. Bir an
lekelere dalıyor, sonra, ne olduğunu hatırlamış olarak çakıyı daldırıp
kupaya karıştırmaya başlıyor.
-
Bu tarafa
gezmeye mi geldin amca?
-
Yoo
canım, bizim buurda bi meyvalık vaar,
portakal neyim işte. Ona bakma geldidik. Şööle bi gezim dedidim.
-
Burda mı?
Aspat’da da vardır sizin portakal
bahçeleri. Epey var heralde burda da olduğuna göre?..
-
Yok galmadı bi
şey..
İç burkultan bir
sese dönüşüyor yetmişlik ihtiyarın sesi. Ağlamaklı neredeyse. Korkuyorum,
vazgeçiyorum sormaktan. Kalkıp oltayı kontrol ederek zaman kazandırmaya
çalışıyorum ihtiyara.
-
Ne attın sen?
Kıbrısi mi attın?
-
Hayır amca,
her iğneye, ayrı yem taktım.
-
Ne taktın yem?
-
Ekmek.
-
Bi şey gelmez
be..
-
Gelmesin amca.
Ben zaten gelsin diye değil, onu bahane
edip çıkıyorum, açık havada kitabımı okuyup bu güzelliklerden yararlanıyorum.
Balık takılsa belki de geri bırakırım.
-
Oluu mu ölee,
beklion madem, eve de iki balık
götüürsen kötü mü oluur...
-
Haklısın da,
daha hiç yakalayamadım amca. Arkadaşlar benimle dalga geçiyor, ‘bütün balıklar biliyorlar ki, Ege de bir
alık var’ diye..
-
Boş veer
onlaarı, zevgine bak seen.
Oturuyorum. O
kalkıyor. Bitirdiği çayın, dibinde
kalanını dökmek için kupayı ters çevirip denize ilerliyor. İki-üç kez
çalkalıyor kupayı. Kenarlarını eliyle sıyırıp bir kez daha çalkalıyor. Çakıyı
da eliyle temizleyip suya sokup çıkarıyor ve gömleğinde kurulayıp sağ cebine
koyuyor. Kupanın ağzını aşağıya tutarak gelip oturuyor yerine. Tekrar çay ister
gibi uzatıyor kupayı. Termosu açıp çay döküyorum. Azcık döktükten sonra tutuyor
elimi. Tekrar çayla çalkalıyor kupayı. Çayı kupadan dökerken, dudak yerlerinden
sızdırarak döküyor. Sonra uzatıyor bana.
-
Eline sağlık
bee. Epeydir böle güzel çay içmedim di..
-
Afiyet olsun
amca. İstersen var daha.
Başını iki yana sallayıp gülüyor.
-
Her şey
gararında güzel.
-
Haklısın amca.
Yeniden başlıyor
sessizlik. Soracak çok şey var, ama...
Çay doldurup içine şeker atıyorum. Tam kalemi sokacakken çakıyı uzatıyor.
Yaramazlık yapmak üzere olan çocuğunu yakalamış gibi bakıyor. İçinin güldüğünü
hissediyorum. Samimiyetimizi hissedip oturuyoruz öylece. Yönümüz tamamen denize
dönük. Boş bir tur teknesi gidiyor Gümüşlük yönüne. Sessizlik uzuyor. Dalmış,
uzaklarda bir edayla, gözleri takip ediyor tekneyi.
-
O zamanlaar
buralaar boom boşdu.
Beklediğim buydu.
-
Yol bilem
yoodu. Şimdi her yan ev, otel. İyi. Memleket kalkınıır belki. Emme hec olumu
böle? Zeytini, mandalini kesip ev, otel
dikiverileer. Ondan sona da portakal alılaar oordan-burdan.
-
...
-
Az ugraşmadım
dı ben bu bahceyi almak için. ... Şimdikileer
bilmiyoo deerini. Çalışıp gazanım demileer. Satım yigim dileer. Satıp
yileer. Ya satıp yileer ya da iki oda yapıp gendi evinde hizmet edip, onun
bunun peçetesini toplulaar.
-
...
-
Ben ölmeden
bölüstürdüm bahcelerin hepicini. Biri satıp otomofil aldı, biri pansiyon yaptı.
Kücük olan biraz okududu. Bi İngiliz gandıırdı da kurtaardı kendii.
-
...
-
Damatlaar da
hayırsız çıktı. Onlaar da satıp yidileer. Bi bura galdı. Burayı da isteyenleer
vaar emme veermicem heç kimsee. Ben gittikten soona da ne edeleerse edsinleer
gaari. Heer bi şeey booş heer bi şey geçici bee...
Sessizlik başlıyor
yeniden. Uzak denizler de gözleri. Adalar irili ufaklı. Oltada tık yok.
Bağıra-çağıra, küfürlerle konuşarak yan yana iki bisikletli geçiyor. Futbol
tartışıyorlar. Kafasını çevirip bakıyor azarlar gibi.
-
Şimdikileer
bööle işte. Topunan bozulaar kafalanı. Çalışım diyen yok. Babadan, dededen ne
vaarsa yiyip-içileer. Hepici öle deel emme! Bizim köylü Ayı Memmet vaar. Akıllı
adammış. Benim buyunen aynı emsal. Babadan, dededen ne galdıysa korudu. Bi
küçük topraa vaardı. Orayı satıp parasıynan yalıya bi kuçuk otel
yaptırıveerdiydi. Ordan gelen paraynan geçindi duurdu. Şiimdi yıldızlı bi oteli
vaar başka yeerde. Bahceleri de duruyo daha öle. Emme bi elin parmaghlaarı
kadaar ya vaar ya yook bunalaar.
-
...
Zaman zaman, kesik, kesik
bir sohbet sürüyor aramızda. Daha çok o konuşuyor.
Güneş iyice inmiş
aşağılara. Denizde güneşin kızıl yansıması. Bir güzel günbatımı yaklaşıyor.
Kasketi alıp yerden, eliyle içini dışını siliyor. Kafasına geçirip düzeltiyor.
Kafasının büyükçe olduğunu fark ediyorum. Kasket küçük kalıyor kafasında.
Yorulmuş gibi soluyor. Dirseklerini koymuş dizlerinin üstüne, ellerini
birleştirmiş, öne doğru meyilli oturmuş
denize bakıyor. Sadece bakıyor.
-
Bu günde akşam
ettik. Beni beklerleer şimdi.
Omuzları çökmüş.
Çok yorgun aslında. Belki de bir an önce ölmeyi istiyor. Ya da korkuyor daha
kötü zamanları görmekten.
Huzursuz bir iç
çekişle, ellerini koyup dizlerine,
destek alarak kalkıyor. Ne yöne gideceğini şaşırmış gibi sağa sola
birkaç kez bakıyor. Ben de kalkıp yamacında duruyorum.
-
Hadi, baa musade gaari, saolasın.
-
Rica ederim
amca ne yaptım ki?
-
Yollunu
bölüştün, dinledin ya, o bile yeteer.
Gaari insanın olu bile dinemi ana–bubasını. Kafanı agrıttımsa, gusura galma hemi.
-
Yok be amcam,
ben çok zevk aldım sohbetinden.
-
Aspat’a
geliirsen Yakamoz pansiyonun arkasındaki evde oturuum ben. Çekinme geel. Benim
olanın o pansiyon.
-
Saolasın amca
gelirsem uğrarım.
-
Portakal neyim
istersen gir benim bahceye istediğin gadar topla. Bi laf ne diyen olursa Dalgıcın Ahmedin haberi vaar deersin. Kimse
garışamaz. Bak şu sarı penceereli ev vaar ya,
onun yanından giircen. Yolu geçince karşındaki bahce benim. İstediini
topla. Balık yakalaarsan da atma geri, götür evin de ye. Hadi sağlıcakla
gal, rasgele...
-
Güle güle
amca.
Arkasından
bakarken sanki daha dinçleşmiş gibi geldi bana. Daha hızlı ve çevik, belki de tahmin ettiğimden daha genç. Ne
kadar baktım? Sarı pencereli evin yanından kaybolduğu halde ben onu görmeye
devam ederek öylesine dalıp gittim.
Bir süre sonra
dönüp oltayı toplamaya başladım. Ekmekler suyun içinde dağılmış gitmiş. Bu gün
de balık yok. Ya balıkla geçiniyor olsaydım?
Karşıda başka bir
dünya başka bir ülke, uzak adalarda
ışıklar yanmaya başladı teker teker. Işıkları, evleri görecek kadar yakın, gidilemeyecek kadar uzak.
Güneş battı.
kızıllığı mor bir alacakaranlığa dönüşüyor
şimdi. Yavaşça süzülüp sahilden eve doğru pedal vuruyorum.
Çantamda
yosun, üstümde iyot, elimde, yüzümde, ihtiyar bir elden bulaşmış portakal kokusu.
Hoşça kal deniz.
Merhaba ay...
2002/T.Reis
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder