21 Mart 2015 Cumartesi

BALIK , DENİZ, PORTAKAL..


Bu sabah kalkıp iyi bir kahvaltı yaptıktan sonra artan çayı termosa doldurup,  bir poşete ekmek, bardak, şeker ve bir kitap koyup, bir başka poşete de oltalarımı,  misinalarımı koyup,  sonra da bunları sırt çantama doldurdum ve eşofmanımın altından deniz şortunu da giyip bisiklete bindiğim gibi bastım pedala.
Sahilden gidebildiğim kadar giderek,  yaklaşık dört km kadar  sonra bir dolma iskeleye demir salıp, kamışın ucundaki oltalara ekmek sarıp, hadi rasgele diyerek attım denize.  Hani olurda balık vurursa akşama ızgara ya da buğulama yaparım hayalleri ile oturup bir taşa,  kitabımı alıp başladım okumaya.
“... İkisinin de daha önce hiç şevişmediği bir şekilde şevişiyorlardı. Ciddi ve uzun uzadıya, sanki sona ulaşmak, bir kavrayışa erişme imkanının sona ermesi anlamına gelmek zorundaymış gibi,   ...   bir oğuldu elbette ki. Al-ıth biliyordu ve kendisi de biliyordu. Çünkü bu birleşmenin bir oğul vücuda getirmesi gerekli ve tutarlıydı. Üçüncü ve Dördüncü kuşakların evliliğinden  bir oğul vücuda gelmeliydi. Bu çok açıktı...” ..Bayram bayram dedikleri her nedense her zaman ve her yerde hüzünlendirir beni. Bilmiyorum neden. ”.. döndüğünde Al-ıth’i kaç gündür ilk defa...” ...Belki de çocukluğumun etkileri. Yaşanmışlıklar ve yaşanamamışlıklardan geriye kalan hüzünler toplamı. “...Al-ıth,  Ben Ata’nın askerlik faaliyetleri boyunca sayısız çocuğun babası olduğunu ve bunların...”  ... Daha çok da yaşanmamışlıklar. Bu biraz bayram geyiği oldu ama ne yaparsın ki, istemesen de, sevmesen de,  hüzünlensen de,  sen umursamasan da dışındaki bir dünya öyle ya da böyle yaşıyor ve bir yerinden yakalayıp vuruyor seni yere. Örneğin anneni-babanı- ağbini aramazsan alınıp, kırılıyorlar. Çünkü gelenekleri ve tarihleri boyunca her yıl bir-kaç defa ve üstelik 3-5  gün gibi uzun süreler yaşadıkları için öylesine içselleştirmişler ki,  bi alo demezsen ya da bir uğramazsan alınıyorlar ve ben,  işte bu nokta da,  onlar mutlu olsun diye bayramı yakalıyorum bir ucundan. Bi yararı olsa bari. Eskiden para filan verirlerdi şimdi o da yok. Büyüdü almaz diye teklif bile etmiyorlar artık. Oysa tam zamanı o harçlıkların. Neyse...
Allah allah... Dalıp gitmişim bu düşüncelerle kitaba. Ama okuduğum ne kitap ne de gördüğüm deniz. Sadece mırıldanmalar, yankısını denizde bulan ve hafif şırıltılarda kaybolup giden.
Düşüncelerden sıyrılıp kalkıyorum oturduğum yerden. Oltamı kontrol ediyorum. Bi bok yok. Olmasını beklediğim de yok. Bunun neresi spor ki? Boş zamanlarında ne yaparsın? Balık avlayamama yaparım.
Denize girsem mi acaba? Yok biraz daha bekleyeyim. Saat bir gibi bi dalar çıkarım.
Tekrar kitabımı alıp bu sefer okuyacağım diyerek oturuyorum aynı yere. Sırtım arkadaki evlere,  önüm denize yarım dönük. Tekrar okumaya başlıyorum Evlilikler adlı kitabı. Öyle sıktı ki bu kitap beni. Sırf yarım bırakmamak için okuyorum. BenAta, Al-Ith arasındaki evlilik ve fantastik bir roman. Yargılayıcı.

                ...

-          Selamınaleykum..
-          Aleykuma selam..
-          Napıp durug?
-          Yaptığım yoktur amca,  beklip durum.
Tanıdık gibi sanki. Ama hatırlayamadım.
Kitabı bırakıyorum hemen çantanın gözüne. Amcam yoldan selamlayıp sonra da yöneldi bana doğru. Yaş 70-75 arası. Hala dinç ve ‘sizi de götürürüm’ der gibi dimdik yürüyor. Sağ ayağı biraz aksıyor galiba. Uzun boynu hafif sola yatık ve kafasındaki kasket ile biraz dedemi andırıyor sanki. Doldurma iskelede zorla yürüyerek, taşlardan yavaş ve dikkatli sekerek geliyor.
Herhangi bir Anadolu kasaba ya da köyünde,  baharda açan güneşin karşısında,  camii yada kahvehane önünde oturup, yarı uyuklar vaziyette, elleri bastona dayalı güneşlenen herhangi bir ihtiyardan farkı yok. Buralara ait olduğunu gösteren tek belirti konuşması, şivesi.

Yeniden,
-          Selamınaleykum..
-          Aleykuma selam..
-          Gelip-geden, vuran vaamı?
-          Yok. Önemli değil zaten amca. Vursun diye beklemiyorum.
-          Sen buralalı deelsin heral?
-          Yok değilim.
-          Nerelisin ?
-          Çorumluyum.
-          Napıpdurug buurda?
-          Orda-burda çalışıyorum.
-          Heee ...
-          Neresinden Çorumug?
-          Sungurludan
-          ...
-          ...
-          Burada, bizim bi ali vaardı,  Tahtacılaarlan çok düşüp galhaardı. Neersinden bilmim emme o da Çorumluydu. Epeydiir, kac senediir yok ortalaarda. Senden eyi olması eyi adamdı. Çorumlu lokantacılaar vaar Bodrum da,  bilig mi?
-          Hayır amca, tanıdığım yok.
-          Heee..
İhtiyarın her ‘hee’si şüpe ihtiva ediyor. Kısa bir ara veriyoruz konuşmaya. Amcam kasketini çıkartıp bıkmış gibi atıyor yanına. Sanki bir şeye,  bana,  ya da kaskete kızdı. Gözü, çantanın gözünden yarısı dışarıda duran kitaba takıldı. O gelirken kitabı çantaya bıraktığımı düşündü herhalde. Bana çaktırmadan çantayı süzüyor. Çantadan termosu, bardağı ve şekeri çıkartıyorum. Bu sefer ben sormaya başlıyorum.
-          Sen nerelisin amca?
-          Ben taa ooralıım.
Oralıyım derken kolunu Bodrum’dan yana uzatıyor umursamazca. Ama ora geniş mi geniş bir alan.
-          Mumcular tarafından mı?
-          Yok yav Aspat’lıyım been.
-          Doğma-büyüme?
-          Öyle sayılıı..

            Seramik kupaya doldurduğum çayı uzatıyorum, itirazsız alıyor. Dört şeker atıyor. Kaşık getirmemişim. Pilot kalemi çıkartıp uzatıyorum. Eliyle hayır diyerek, önünde bir yer bulup taşların arasına sıkıştırıyor kupayı. Ceplerini aramaya başlıyor.

-          Bizimkileer önce Milas’a gelmişleer. Sona, oralaada duramayıp bu taraflaara  gelmişleer. Balıkcılık, süngercilik ne etmişleer. Taarla, zeytinlik neeim almışlaar. Kalmışlaar buralaarda. Ben da küçüdüm az hatıırlıp durum.

Eskimiş,  kemik saplı bir çakı çıkartıyor. Çakıyı açıyor ve çakının üzerindeki portakal lekelerine takılıyor gözleri. Bir an lekelere dalıyor,  sonra,  ne olduğunu hatırlamış olarak çakıyı daldırıp kupaya karıştırmaya başlıyor.

-          Bu tarafa gezmeye mi geldin amca?
-          Yoo canım,  bizim buurda bi meyvalık vaar, portakal neyim işte. Ona bakma geldidik. Şööle bi gezim dedidim.
-          Burda mı? Aspat’da  da vardır sizin portakal bahçeleri. Epey var heralde burda da olduğuna göre?..
-          Yok galmadı bi şey..
İç burkultan bir sese dönüşüyor yetmişlik ihtiyarın sesi. Ağlamaklı neredeyse. Korkuyorum, vazgeçiyorum sormaktan. Kalkıp oltayı kontrol ederek zaman kazandırmaya çalışıyorum ihtiyara.
-          Ne attın sen? Kıbrısi mi attın?
-          Hayır amca, her iğneye, ayrı yem taktım.
-          Ne taktın yem?
-          Ekmek.
-          Bi şey gelmez be..
-          Gelmesin amca. Ben zaten gelsin diye değil,  onu bahane edip çıkıyorum, açık havada kitabımı okuyup bu güzelliklerden yararlanıyorum. Balık takılsa belki de geri bırakırım.
-          Oluu mu  ölee,  beklion madem,  eve de iki balık götüürsen kötü mü oluur...
-          Haklısın da, daha hiç yakalayamadım amca. Arkadaşlar benimle dalga geçiyor,  ‘bütün balıklar biliyorlar ki, Ege de bir alık var’ diye..
-          Boş veer onlaarı,  zevgine bak seen.
Oturuyorum. O kalkıyor. Bitirdiği çayın,  dibinde kalanını dökmek için kupayı ters çevirip denize ilerliyor. İki-üç kez çalkalıyor kupayı. Kenarlarını eliyle sıyırıp bir kez daha çalkalıyor. Çakıyı da eliyle temizleyip suya sokup çıkarıyor ve gömleğinde kurulayıp sağ cebine koyuyor. Kupanın ağzını aşağıya tutarak gelip oturuyor yerine. Tekrar çay ister gibi uzatıyor kupayı. Termosu açıp çay döküyorum. Azcık döktükten sonra tutuyor elimi. Tekrar çayla çalkalıyor kupayı. Çayı kupadan dökerken, dudak yerlerinden sızdırarak döküyor. Sonra uzatıyor bana.
-          Eline sağlık bee. Epeydir böle güzel çay içmedim di..
-          Afiyet olsun amca. İstersen var daha.
Başını iki yana sallayıp gülüyor.
-          Her şey gararında güzel.
-          Haklısın amca.
Yeniden başlıyor sessizlik. Soracak çok şey var,  ama... Çay doldurup içine şeker atıyorum. Tam kalemi sokacakken çakıyı uzatıyor. Yaramazlık yapmak üzere olan çocuğunu yakalamış gibi bakıyor. İçinin güldüğünü hissediyorum. Samimiyetimizi hissedip oturuyoruz öylece. Yönümüz tamamen denize dönük. Boş bir tur teknesi gidiyor Gümüşlük yönüne. Sessizlik uzuyor. Dalmış, uzaklarda bir edayla, gözleri takip ediyor tekneyi.
-          O zamanlaar buralaar boom boşdu.
Beklediğim buydu.
-          Yol bilem yoodu. Şimdi her yan ev, otel. İyi. Memleket kalkınıır belki. Emme hec olumu böle?  Zeytini, mandalini kesip ev, otel dikiverileer. Ondan sona da portakal alılaar oordan-burdan.
-          ...
-          Az ugraşmadım dı ben bu bahceyi almak için. ... Şimdikileer  bilmiyoo deerini. Çalışıp gazanım demileer. Satım yigim dileer. Satıp yileer. Ya satıp yileer ya da iki oda yapıp gendi evinde hizmet edip, onun bunun peçetesini toplulaar.
-          ...
-          Ben ölmeden bölüstürdüm bahcelerin hepicini. Biri satıp otomofil aldı, biri pansiyon yaptı. Kücük olan biraz okududu. Bi İngiliz gandıırdı da  kurtaardı kendii.
-          ...
-          Damatlaar da hayırsız çıktı. Onlaar da satıp yidileer. Bi bura galdı. Burayı da isteyenleer vaar emme veermicem heç kimsee. Ben gittikten soona da ne edeleerse edsinleer gaari. Heer bi şeey booş heer bi şey geçici bee...

Sessizlik başlıyor yeniden. Uzak denizler de gözleri. Adalar irili ufaklı. Oltada tık yok. Bağıra-çağıra, küfürlerle konuşarak yan yana iki bisikletli geçiyor. Futbol tartışıyorlar. Kafasını çevirip bakıyor azarlar gibi.
-          Şimdikileer bööle işte. Topunan bozulaar kafalanı. Çalışım diyen yok. Babadan, dededen ne vaarsa yiyip-içileer. Hepici öle deel emme! Bizim köylü Ayı Memmet vaar. Akıllı adammış. Benim buyunen aynı emsal. Babadan, dededen ne galdıysa korudu. Bi küçük topraa vaardı. Orayı satıp parasıynan yalıya bi kuçuk otel yaptırıveerdiydi. Ordan gelen paraynan geçindi duurdu. Şiimdi yıldızlı bi oteli vaar başka yeerde. Bahceleri de duruyo daha öle. Emme bi elin parmaghlaarı kadaar ya vaar ya yook bunalaar.
-          ...
Zaman zaman,  kesik, kesik  bir sohbet sürüyor aramızda. Daha çok o konuşuyor. 
Güneş iyice inmiş aşağılara. Denizde güneşin kızıl yansıması. Bir güzel günbatımı yaklaşıyor. Kasketi alıp yerden, eliyle içini dışını siliyor. Kafasına geçirip düzeltiyor. Kafasının büyükçe olduğunu fark ediyorum. Kasket küçük kalıyor kafasında. Yorulmuş gibi soluyor. Dirseklerini koymuş dizlerinin üstüne, ellerini birleştirmiş,  öne doğru meyilli oturmuş denize bakıyor. Sadece bakıyor.
-          Bu günde akşam ettik. Beni beklerleer şimdi.
Omuzları çökmüş. Çok yorgun aslında. Belki de bir an önce ölmeyi istiyor. Ya da korkuyor daha kötü zamanları görmekten.
Huzursuz bir iç çekişle, ellerini koyup dizlerine,  destek alarak kalkıyor. Ne yöne gideceğini şaşırmış gibi sağa sola birkaç kez bakıyor. Ben de kalkıp yamacında duruyorum.
-          Hadi,  baa musade gaari,  saolasın.
-          Rica ederim amca ne yaptım ki?
-          Yollunu bölüştün,  dinledin ya, o bile yeteer. Gaari insanın olu bile dinemi ana–bubasını. Kafanı agrıttımsa,  gusura galma hemi.
-          Yok be amcam, ben çok zevk aldım sohbetinden.
-          Aspat’a geliirsen Yakamoz pansiyonun arkasındaki evde oturuum ben. Çekinme geel. Benim olanın o pansiyon.
-          Saolasın amca gelirsem uğrarım.
-          Portakal neyim istersen gir benim bahceye istediğin gadar topla. Bi laf ne diyen olursa  Dalgıcın Ahmedin haberi vaar deersin. Kimse garışamaz. Bak şu sarı penceereli ev vaar ya,  onun yanından giircen. Yolu geçince karşındaki bahce benim. İstediini topla. Balık yakalaarsan da atma geri, götür evin de ye. Hadi sağlıcakla gal,  rasgele...
-          Güle güle amca.
Arkasından bakarken sanki daha dinçleşmiş gibi geldi bana. Daha  hızlı ve çevik,  belki de tahmin ettiğimden daha genç. Ne kadar baktım? Sarı pencereli evin yanından kaybolduğu halde ben onu görmeye devam ederek öylesine dalıp gittim.
Bir süre sonra dönüp oltayı toplamaya başladım. Ekmekler suyun içinde dağılmış gitmiş. Bu gün de balık yok. Ya balıkla geçiniyor olsaydım?
Karşıda başka bir dünya başka bir ülke,  uzak adalarda ışıklar yanmaya başladı teker teker. Işıkları, evleri görecek kadar yakın,  gidilemeyecek kadar uzak.
Güneş battı. kızıllığı mor bir alacakaranlığa dönüşüyor  şimdi. Yavaşça süzülüp sahilden eve doğru pedal vuruyorum.
Çantamda yosun,  üstümde iyot,  elimde, yüzümde,  ihtiyar bir elden bulaşmış portakal kokusu.
Hoşça kal deniz.
Merhaba ay...
                                                            2002/T.Reis

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder