29 Mart 2015 Pazar

Sandıktan...



             Sahilde

Kadının gözlerinin üzerinde olduğunu hissediyor ve tedirginliği gittikçe büyüyordu. Bir an önce uzaklaşmak ya da gidip konuşmak arasında yapmaya çalıştığı seçime de karar veremeyerek,   biraz da inadına iyice yayıldı kumların üzerine. Elindeki kitabı okuyor gibi yapmaya devam ederek sürdürdü tavrını... İnadını günbatımına kadar sürdürecekti. Kadın hala oradaydı ve zaman zaman başını çevirse de çoğunlukla ona dik dik bakıyordu. Bir çocuk gelerek kadının yanına oturdu. Günbatımına az kalmış ve sahil neredeyse tamamen boşalmıştı. Çocuk yanında getirdiği dondurmaların birini kadına uzattı. Diğerini kendisi yemeye başlayarak ondan tarafa bir süre baktı. Kadın kumların üzerine yüz üstü uzanarak dondurmasını yedi. Sonra ayağa kalktılar ve çocuk kadının koluna girerek onu ters yöne doğru çekti. O an fark etti ki kadın kördü...

                                                                                            2003 -Turgutreis



Sabun

Kapı çaldı.  Açmadım. Bir süre sonra tekrar,  ısrarla,  uzun çaldı. Belki de içeride kimse yok sandı. Kızarak çaldı belki. Kalktım ve açtım. Kırklarında bir kadın.
“Şehit karısıyım. Yetmiyor ne maaş ne de yardım. Sadaka istemiyorum,  alır mısınız bir paket sabun?”
Kapıyı kapattım. Aklımdan geçenleri söyledim mi?
Bilmiyorum….
                                                                                             1993 -Ankara





Pilav

            Salı pazarıydı. İlkokul üç ya da dörtteydim.  Anafartalar caddesinde,  Ankara kalesinin altında o çok sevdiğim sokakta oturuyorduk. Annem maaşını almış benim elimden tutmuş,  kalenin içindeki pazar yerine gitmiştik. Pazarı bir baştan bir başa iki kez dolaştıktan sonra bir havuçcunun önünde durduk.
“Bir kilo havuç” dedi. Havucu aldı koluna taktığı çantanın içine attı.
Arandı. Çantanın içine,  elbisesinin ceplerine,  göğsünün üstüne defalarca baktı. Çantadan havucu çıkarttı. Utanıp sıkılarak tezgaha bıraktı. O an niye almıyorsun dercesine baktım yüzüne. İki yanağından iki damla yaş süzülerek yavaşça indi aşağıya. Geçtiğimiz yerleri iki ya da üç kez arayarak döndük eve.
            O gün de,  çoğunlukla yaptığımız gibi,  akşam yemeğinde yeşil mercimek çorbası ve bulgur pilavı yedik.
            O iki damla gözyaşı iki gül dikeni gibi saklıdır hala yüreğime.
                                                                                                         1995 -Ankara

27 Mart 2015 Cuma

An'dan Sonra



An'dan Sonra


Değince elin
yanar tenim,
Tenin değer güllerle papatyalarla
donanır bedenim.
Gelir bahar, yasemenler çiçek açar
sen şakırsın şarkılarını
çam dalında saka gibi
ben bakar, susar  dinlerim...
Anlarım ki, geldi ömrüme bahar

26 Mart 2015 Perşembe

Kaçış







İz

İzlerimizi taşıyor hala
şehirler,kasabalar,köyler..
ayaklarımızda yorgun tozlar
saçlarımızda dağlı bulutlar
gözlerimizde ilk aşkın heyecanı
ve dudaklarımızda türkülerimiz
unutulmadı
eskimedi daha...  
Erikler çiçek açıyor erkenden
kar yağıyor hala...                                                                
                                                                                        1989

Buluşma
Bielemezdim
Sessizliğin bu denli huzur dolu olduğunu
Unutmuştum
O uzun kış geceleri
ve o dağ köyünden sonra.
Deniz sahilde şimdi
Hissettiriyor kendini
Mavilik kıyıda
Yeşille buluşuyor
Sen benle
ve ben bir serçeyim
Kokulu çam dalında.
                                                          1993







Kaçış
Vardır bir sebebi 
Batmışsa güneş.
Garezi bana değildir
belki de...
Ay'dan kaçmıştır...
                                                                                               2014

25 Mart 2015 Çarşamba

Dağınık

sarıydı, dağınıktı,
zaman isterdi çiçeğin meyvaya durması.
Yorgun insanların işi değildi sevmek
kırıkları onarmak ehil işiydi
şaşırmış rotasını fırtına
göçerler kalmış ayazda, kaybolmuşlardı,
meyvesini yiyemeden kurudu ağaç
geldi yağmurlar
düştü ayaz
geçti mi yaz?
          

...

Ses yok. 
Kalmış bir başına.
Ağlıyor belki, 
belki sadece kendini dinliyor,
dalmış işini yapıyor,
hüzünlenmiş bir kadeh şarap içiyor belki. 
Belki de diyor ki kendi kendine;
akarsuya karşı yüzmek yerine,
bıraksam kendimi tuzlu sulara 
atsam mı kendimi bulanık bir göle?

22 Mart 2015 Pazar

Aniden başlar...





Aniden başlar...
Ne yaptığının hiçbir önemi yok. Kimseye de sormuyor zaten. Yolda yürürken, çay içerken ya da bir deniz kenarında oturmuş dertlerini düşünürken. Başlar aniden. Sevişirken ve doruğuna çok yakınken belki son anlarının, terin karışırken terine, şehvet sözcükleri söylerken belki, ya da düşünürken “fasulyenin niye pişmediğini”, evin ne kadar kirli olduğunu, çocuğun okul masraflarını, seni bekleten arkadaşına kızarken niye gecikti diye, veya yolda yürürken yavaş adımlarla hastaneye doğru ve düşünürken nasıl kurtulacağım bu hastalıktan, daha ne kadar içeceğim bu ilaçları diye yakınırken belki…  Başlar aniden.
Kediyi severken, bir lokma da köpeğe atarken, karşı kaldırımdaki arkadaşına laf atıp takılırken... Bir toptancı girerken yeni bir mağazaya selamlayarak, bir kadın azarlarken çocuğunu yeter artık sus diye, ayakkabıcı yapıştırırken tabanı düşmüş ayakkabıyı, ekmekçi çizerken ekmek hamurlarının üzerini tahta bıçakla, kenar mahallelerde top koştururken çocuklar, genç kızlar ve oğlanlar takılırlarken okul çıkışında birbirlerine, başlar aniden…
Dolmuş şoförü çıkarıp kafasını dışarı tükürürken, bas bas bağırırken arabesk şarkılar radyodan, ve küfrederken dolmuş şoförüne yoldan geçen bir öğretmen , tam da müşteriler çıkmak üzereyken dükkandan, tezgahtar kız dayanıp tezgaha sinirli bakarken arkalarından, gün batımına yakın ya da doğarken güneş… Yağmur çiselerken, kar savururken, papatya açarken, gelincik solarken yasemen ve hanımelleri salarken kokusunu, portakallar çiçeğe durmuşken, don vurup domatesleri, çocuğun ateşi çıkmışken ve bir hemşire koşar adım girerken acil kapısından içeri, başlar aniden…
İnternet kafede gol atarken orta öğretimli bir çocuk arkadaşına, ve genç kız buluşma yeri tarif ederken sevdiğine internette, boyacı çatıdan aşağı sarkarak sürerken boya fırçasını, çöpçü oturmuş çöp kutusunun yanına getirdiği öğle yemeğini yerken, ve çöpçü küfrederken yere çöp atan pis ve eğitimsiz insanlara, ineğini sağarken köylü kadın, çoban taş atarak oturduğu yerden çevirmeye çalışırken  keçilerini, simitçi “şunları da bitirip gitsem” diye düşünürken, teneke kutu fabrikasındaki işçi, kimden borç alabileceğini hesaplarken kredi kartı ödemesi için, Sungurlu’nun  bir köyünde şehit oğlu için ağıt yakarken bir anne, ve dağda tek başına kıstırılmış ölümü beklerken bir Kürt gerilla, kepenk indirirken Şırnak da bir esnaf, şiir yazmak için ilham beklerken yeni yetme şair, ve şehirlerarası yolculukta ne zaman mola verecek de yetişeceğim tuvalete diye düşünürken yolcu...  duymasa da duyamasa da başlar aniden…
Göçükte ölümü bekleyen işçi, bir ihtimal  hayattalar açıklaması ile doğrulurken kadın, saçını toplayıp tokasını takarak tam da başlayacakken temizliğe, grev çadırından simit almaya çıkarken grevci işçi, gece ölenin mezarını kazarken mezarcı, matbaacı dördüncü rengi bağlarken makineye, garson açarken yeni müşterilerin servisini ve yudumlarken alkolik öğle olmadan dördüncü birasını, başlar aniden…
Sağır-dilsiz keçe işçisi yün sererken yeni keçe için, ressam kadın vururken fırça darbelerini karanlık iç dünyasını aydınlatmak çabasıyla, belediye işçisi sularken şehir stadyumunun çimlerini, motor tamircisi kaldırmışken arabayı yukarı, çırak yetiştirirken anahtarı, yol işçisi sererken çakılları, duvar ustası koyarken son taşı öğle yemeğinden önce ve kadın yatmış beklerken sıradaki müşterisini… başlar aniden… ulaşamasa da her yere...
            Meyhane masasından kalkıp yalpalayarak yol alırken akşamcı, doymuş karınları, her biri bir köşeye çekilmişken kediler… Köpekler uzanmışken kuytularda, her önüne gelene uzatıyorken elindeki kırmızı gülü çiçekçi... Mezarlık bekçisi, uzanmışken yeni mezarın kenarına, yakmışken sigarasını, dalga geçercesine ölümle, salıyorken dumanını yıldızlara... Yorgunca uyumuşken duvar ustası, yeni bir araba görürken düşünde... Çoban dalmışken derin uykulara keçi ve gübre kokusu zeytin ağaçlarının altında...
            Gün biter gece başlar. Gece biter gün başlar. Acılar, sevinçler gibi, kollar birbirini ve hemen doldurur geride kalan boşluğu.
            Sabah olur yine duyulur belki o ses.
            Dağ köylerinden, başı sarıklı kadınlar toplarken çam fıstıklarını, pazarcı sererken tezgahını, balıkçı ayıklarken ağını, ve yine kediler beklerken yakınlarda ağdan çıkacak artıkları, balıkçı kabartıp kulaklarını dinler gelen sesi, balıkçı teknesi yanaşır sahile karışır sesler birbirine. Kızgın bakar balıkçı, kediler kıpırdanır, yaşlı bir adam çıkar evinden, duygulu hüzünlü yürür eski dostun evine tutunarak bastonuna.
            Kahveye çöker sessizlik, dinlerler yayılan sesi. Ne diyor acaba? Durur zaman bir an ve sonra sürer hayat. Lokantacı alır hesabını, demirci kaynak yapmaya devam eder.

            Dönüşü yoktur artık yolculuğun. Bitmiştir. Son nokta okunan Sela'dır. Tanıyana tanımayana son görev için duyurudur. Haklar helal edilir. Ağıtlar yakılır. Acı çöker yavaşça diplere, tadı  bütün tatlara karışır zamanla.



                                                                                                                 Aralık 2012 

Oltada


Şimdi salınan dalda sen varsın
Kara kaplı defterde sen
Denizde balık, balıkta derya

İkimiz aynı oltada...



21 Mart 2015 Cumartesi

BALIK , DENİZ, PORTAKAL..


Bu sabah kalkıp iyi bir kahvaltı yaptıktan sonra artan çayı termosa doldurup,  bir poşete ekmek, bardak, şeker ve bir kitap koyup, bir başka poşete de oltalarımı,  misinalarımı koyup,  sonra da bunları sırt çantama doldurdum ve eşofmanımın altından deniz şortunu da giyip bisiklete bindiğim gibi bastım pedala.
Sahilden gidebildiğim kadar giderek,  yaklaşık dört km kadar  sonra bir dolma iskeleye demir salıp, kamışın ucundaki oltalara ekmek sarıp, hadi rasgele diyerek attım denize.  Hani olurda balık vurursa akşama ızgara ya da buğulama yaparım hayalleri ile oturup bir taşa,  kitabımı alıp başladım okumaya.
“... İkisinin de daha önce hiç şevişmediği bir şekilde şevişiyorlardı. Ciddi ve uzun uzadıya, sanki sona ulaşmak, bir kavrayışa erişme imkanının sona ermesi anlamına gelmek zorundaymış gibi,   ...   bir oğuldu elbette ki. Al-ıth biliyordu ve kendisi de biliyordu. Çünkü bu birleşmenin bir oğul vücuda getirmesi gerekli ve tutarlıydı. Üçüncü ve Dördüncü kuşakların evliliğinden  bir oğul vücuda gelmeliydi. Bu çok açıktı...” ..Bayram bayram dedikleri her nedense her zaman ve her yerde hüzünlendirir beni. Bilmiyorum neden. ”.. döndüğünde Al-ıth’i kaç gündür ilk defa...” ...Belki de çocukluğumun etkileri. Yaşanmışlıklar ve yaşanamamışlıklardan geriye kalan hüzünler toplamı. “...Al-ıth,  Ben Ata’nın askerlik faaliyetleri boyunca sayısız çocuğun babası olduğunu ve bunların...”  ... Daha çok da yaşanmamışlıklar. Bu biraz bayram geyiği oldu ama ne yaparsın ki, istemesen de, sevmesen de,  hüzünlensen de,  sen umursamasan da dışındaki bir dünya öyle ya da böyle yaşıyor ve bir yerinden yakalayıp vuruyor seni yere. Örneğin anneni-babanı- ağbini aramazsan alınıp, kırılıyorlar. Çünkü gelenekleri ve tarihleri boyunca her yıl bir-kaç defa ve üstelik 3-5  gün gibi uzun süreler yaşadıkları için öylesine içselleştirmişler ki,  bi alo demezsen ya da bir uğramazsan alınıyorlar ve ben,  işte bu nokta da,  onlar mutlu olsun diye bayramı yakalıyorum bir ucundan. Bi yararı olsa bari. Eskiden para filan verirlerdi şimdi o da yok. Büyüdü almaz diye teklif bile etmiyorlar artık. Oysa tam zamanı o harçlıkların. Neyse...
Allah allah... Dalıp gitmişim bu düşüncelerle kitaba. Ama okuduğum ne kitap ne de gördüğüm deniz. Sadece mırıldanmalar, yankısını denizde bulan ve hafif şırıltılarda kaybolup giden.
Düşüncelerden sıyrılıp kalkıyorum oturduğum yerden. Oltamı kontrol ediyorum. Bi bok yok. Olmasını beklediğim de yok. Bunun neresi spor ki? Boş zamanlarında ne yaparsın? Balık avlayamama yaparım.
Denize girsem mi acaba? Yok biraz daha bekleyeyim. Saat bir gibi bi dalar çıkarım.
Tekrar kitabımı alıp bu sefer okuyacağım diyerek oturuyorum aynı yere. Sırtım arkadaki evlere,  önüm denize yarım dönük. Tekrar okumaya başlıyorum Evlilikler adlı kitabı. Öyle sıktı ki bu kitap beni. Sırf yarım bırakmamak için okuyorum. BenAta, Al-Ith arasındaki evlilik ve fantastik bir roman. Yargılayıcı.

                ...

-          Selamınaleykum..
-          Aleykuma selam..
-          Napıp durug?
-          Yaptığım yoktur amca,  beklip durum.
Tanıdık gibi sanki. Ama hatırlayamadım.
Kitabı bırakıyorum hemen çantanın gözüne. Amcam yoldan selamlayıp sonra da yöneldi bana doğru. Yaş 70-75 arası. Hala dinç ve ‘sizi de götürürüm’ der gibi dimdik yürüyor. Sağ ayağı biraz aksıyor galiba. Uzun boynu hafif sola yatık ve kafasındaki kasket ile biraz dedemi andırıyor sanki. Doldurma iskelede zorla yürüyerek, taşlardan yavaş ve dikkatli sekerek geliyor.
Herhangi bir Anadolu kasaba ya da köyünde,  baharda açan güneşin karşısında,  camii yada kahvehane önünde oturup, yarı uyuklar vaziyette, elleri bastona dayalı güneşlenen herhangi bir ihtiyardan farkı yok. Buralara ait olduğunu gösteren tek belirti konuşması, şivesi.

Yeniden,
-          Selamınaleykum..
-          Aleykuma selam..
-          Gelip-geden, vuran vaamı?
-          Yok. Önemli değil zaten amca. Vursun diye beklemiyorum.
-          Sen buralalı deelsin heral?
-          Yok değilim.
-          Nerelisin ?
-          Çorumluyum.
-          Napıpdurug buurda?
-          Orda-burda çalışıyorum.
-          Heee ...
-          Neresinden Çorumug?
-          Sungurludan
-          ...
-          ...
-          Burada, bizim bi ali vaardı,  Tahtacılaarlan çok düşüp galhaardı. Neersinden bilmim emme o da Çorumluydu. Epeydiir, kac senediir yok ortalaarda. Senden eyi olması eyi adamdı. Çorumlu lokantacılaar vaar Bodrum da,  bilig mi?
-          Hayır amca, tanıdığım yok.
-          Heee..
İhtiyarın her ‘hee’si şüpe ihtiva ediyor. Kısa bir ara veriyoruz konuşmaya. Amcam kasketini çıkartıp bıkmış gibi atıyor yanına. Sanki bir şeye,  bana,  ya da kaskete kızdı. Gözü, çantanın gözünden yarısı dışarıda duran kitaba takıldı. O gelirken kitabı çantaya bıraktığımı düşündü herhalde. Bana çaktırmadan çantayı süzüyor. Çantadan termosu, bardağı ve şekeri çıkartıyorum. Bu sefer ben sormaya başlıyorum.
-          Sen nerelisin amca?
-          Ben taa ooralıım.
Oralıyım derken kolunu Bodrum’dan yana uzatıyor umursamazca. Ama ora geniş mi geniş bir alan.
-          Mumcular tarafından mı?
-          Yok yav Aspat’lıyım been.
-          Doğma-büyüme?
-          Öyle sayılıı..

            Seramik kupaya doldurduğum çayı uzatıyorum, itirazsız alıyor. Dört şeker atıyor. Kaşık getirmemişim. Pilot kalemi çıkartıp uzatıyorum. Eliyle hayır diyerek, önünde bir yer bulup taşların arasına sıkıştırıyor kupayı. Ceplerini aramaya başlıyor.

-          Bizimkileer önce Milas’a gelmişleer. Sona, oralaada duramayıp bu taraflaara  gelmişleer. Balıkcılık, süngercilik ne etmişleer. Taarla, zeytinlik neeim almışlaar. Kalmışlaar buralaarda. Ben da küçüdüm az hatıırlıp durum.

Eskimiş,  kemik saplı bir çakı çıkartıyor. Çakıyı açıyor ve çakının üzerindeki portakal lekelerine takılıyor gözleri. Bir an lekelere dalıyor,  sonra,  ne olduğunu hatırlamış olarak çakıyı daldırıp kupaya karıştırmaya başlıyor.

-          Bu tarafa gezmeye mi geldin amca?
-          Yoo canım,  bizim buurda bi meyvalık vaar, portakal neyim işte. Ona bakma geldidik. Şööle bi gezim dedidim.
-          Burda mı? Aspat’da  da vardır sizin portakal bahçeleri. Epey var heralde burda da olduğuna göre?..
-          Yok galmadı bi şey..
İç burkultan bir sese dönüşüyor yetmişlik ihtiyarın sesi. Ağlamaklı neredeyse. Korkuyorum, vazgeçiyorum sormaktan. Kalkıp oltayı kontrol ederek zaman kazandırmaya çalışıyorum ihtiyara.
-          Ne attın sen? Kıbrısi mi attın?
-          Hayır amca, her iğneye, ayrı yem taktım.
-          Ne taktın yem?
-          Ekmek.
-          Bi şey gelmez be..
-          Gelmesin amca. Ben zaten gelsin diye değil,  onu bahane edip çıkıyorum, açık havada kitabımı okuyup bu güzelliklerden yararlanıyorum. Balık takılsa belki de geri bırakırım.
-          Oluu mu  ölee,  beklion madem,  eve de iki balık götüürsen kötü mü oluur...
-          Haklısın da, daha hiç yakalayamadım amca. Arkadaşlar benimle dalga geçiyor,  ‘bütün balıklar biliyorlar ki, Ege de bir alık var’ diye..
-          Boş veer onlaarı,  zevgine bak seen.
Oturuyorum. O kalkıyor. Bitirdiği çayın,  dibinde kalanını dökmek için kupayı ters çevirip denize ilerliyor. İki-üç kez çalkalıyor kupayı. Kenarlarını eliyle sıyırıp bir kez daha çalkalıyor. Çakıyı da eliyle temizleyip suya sokup çıkarıyor ve gömleğinde kurulayıp sağ cebine koyuyor. Kupanın ağzını aşağıya tutarak gelip oturuyor yerine. Tekrar çay ister gibi uzatıyor kupayı. Termosu açıp çay döküyorum. Azcık döktükten sonra tutuyor elimi. Tekrar çayla çalkalıyor kupayı. Çayı kupadan dökerken, dudak yerlerinden sızdırarak döküyor. Sonra uzatıyor bana.
-          Eline sağlık bee. Epeydir böle güzel çay içmedim di..
-          Afiyet olsun amca. İstersen var daha.
Başını iki yana sallayıp gülüyor.
-          Her şey gararında güzel.
-          Haklısın amca.
Yeniden başlıyor sessizlik. Soracak çok şey var,  ama... Çay doldurup içine şeker atıyorum. Tam kalemi sokacakken çakıyı uzatıyor. Yaramazlık yapmak üzere olan çocuğunu yakalamış gibi bakıyor. İçinin güldüğünü hissediyorum. Samimiyetimizi hissedip oturuyoruz öylece. Yönümüz tamamen denize dönük. Boş bir tur teknesi gidiyor Gümüşlük yönüne. Sessizlik uzuyor. Dalmış, uzaklarda bir edayla, gözleri takip ediyor tekneyi.
-          O zamanlaar buralaar boom boşdu.
Beklediğim buydu.
-          Yol bilem yoodu. Şimdi her yan ev, otel. İyi. Memleket kalkınıır belki. Emme hec olumu böle?  Zeytini, mandalini kesip ev, otel dikiverileer. Ondan sona da portakal alılaar oordan-burdan.
-          ...
-          Az ugraşmadım dı ben bu bahceyi almak için. ... Şimdikileer  bilmiyoo deerini. Çalışıp gazanım demileer. Satım yigim dileer. Satıp yileer. Ya satıp yileer ya da iki oda yapıp gendi evinde hizmet edip, onun bunun peçetesini toplulaar.
-          ...
-          Ben ölmeden bölüstürdüm bahcelerin hepicini. Biri satıp otomofil aldı, biri pansiyon yaptı. Kücük olan biraz okududu. Bi İngiliz gandıırdı da  kurtaardı kendii.
-          ...
-          Damatlaar da hayırsız çıktı. Onlaar da satıp yidileer. Bi bura galdı. Burayı da isteyenleer vaar emme veermicem heç kimsee. Ben gittikten soona da ne edeleerse edsinleer gaari. Heer bi şeey booş heer bi şey geçici bee...

Sessizlik başlıyor yeniden. Uzak denizler de gözleri. Adalar irili ufaklı. Oltada tık yok. Bağıra-çağıra, küfürlerle konuşarak yan yana iki bisikletli geçiyor. Futbol tartışıyorlar. Kafasını çevirip bakıyor azarlar gibi.
-          Şimdikileer bööle işte. Topunan bozulaar kafalanı. Çalışım diyen yok. Babadan, dededen ne vaarsa yiyip-içileer. Hepici öle deel emme! Bizim köylü Ayı Memmet vaar. Akıllı adammış. Benim buyunen aynı emsal. Babadan, dededen ne galdıysa korudu. Bi küçük topraa vaardı. Orayı satıp parasıynan yalıya bi kuçuk otel yaptırıveerdiydi. Ordan gelen paraynan geçindi duurdu. Şiimdi yıldızlı bi oteli vaar başka yeerde. Bahceleri de duruyo daha öle. Emme bi elin parmaghlaarı kadaar ya vaar ya yook bunalaar.
-          ...
Zaman zaman,  kesik, kesik  bir sohbet sürüyor aramızda. Daha çok o konuşuyor. 
Güneş iyice inmiş aşağılara. Denizde güneşin kızıl yansıması. Bir güzel günbatımı yaklaşıyor. Kasketi alıp yerden, eliyle içini dışını siliyor. Kafasına geçirip düzeltiyor. Kafasının büyükçe olduğunu fark ediyorum. Kasket küçük kalıyor kafasında. Yorulmuş gibi soluyor. Dirseklerini koymuş dizlerinin üstüne, ellerini birleştirmiş,  öne doğru meyilli oturmuş denize bakıyor. Sadece bakıyor.
-          Bu günde akşam ettik. Beni beklerleer şimdi.
Omuzları çökmüş. Çok yorgun aslında. Belki de bir an önce ölmeyi istiyor. Ya da korkuyor daha kötü zamanları görmekten.
Huzursuz bir iç çekişle, ellerini koyup dizlerine,  destek alarak kalkıyor. Ne yöne gideceğini şaşırmış gibi sağa sola birkaç kez bakıyor. Ben de kalkıp yamacında duruyorum.
-          Hadi,  baa musade gaari,  saolasın.
-          Rica ederim amca ne yaptım ki?
-          Yollunu bölüştün,  dinledin ya, o bile yeteer. Gaari insanın olu bile dinemi ana–bubasını. Kafanı agrıttımsa,  gusura galma hemi.
-          Yok be amcam, ben çok zevk aldım sohbetinden.
-          Aspat’a geliirsen Yakamoz pansiyonun arkasındaki evde oturuum ben. Çekinme geel. Benim olanın o pansiyon.
-          Saolasın amca gelirsem uğrarım.
-          Portakal neyim istersen gir benim bahceye istediğin gadar topla. Bi laf ne diyen olursa  Dalgıcın Ahmedin haberi vaar deersin. Kimse garışamaz. Bak şu sarı penceereli ev vaar ya,  onun yanından giircen. Yolu geçince karşındaki bahce benim. İstediini topla. Balık yakalaarsan da atma geri, götür evin de ye. Hadi sağlıcakla gal,  rasgele...
-          Güle güle amca.
Arkasından bakarken sanki daha dinçleşmiş gibi geldi bana. Daha  hızlı ve çevik,  belki de tahmin ettiğimden daha genç. Ne kadar baktım? Sarı pencereli evin yanından kaybolduğu halde ben onu görmeye devam ederek öylesine dalıp gittim.
Bir süre sonra dönüp oltayı toplamaya başladım. Ekmekler suyun içinde dağılmış gitmiş. Bu gün de balık yok. Ya balıkla geçiniyor olsaydım?
Karşıda başka bir dünya başka bir ülke,  uzak adalarda ışıklar yanmaya başladı teker teker. Işıkları, evleri görecek kadar yakın,  gidilemeyecek kadar uzak.
Güneş battı. kızıllığı mor bir alacakaranlığa dönüşüyor  şimdi. Yavaşça süzülüp sahilden eve doğru pedal vuruyorum.
Çantamda yosun,  üstümde iyot,  elimde, yüzümde,  ihtiyar bir elden bulaşmış portakal kokusu.
Hoşça kal deniz.
Merhaba ay...
                                                            2002/T.Reis

BAHAR



Güz geldi.
Hafif bir ürpertiyle esiyor şimdi rüzgar.
Dallarda hışırdayan yapraklar
Söylüyor uyku öncesi ninnilerini.
Soyundu incir, hazır uykuya.
Asma da uyuyacak,
Bekliyor ama
Alınmasını son salkımların.
Cırcır böcekleri sustu, susacak.
Bir kaç gündür duyuluyor Puhu kuşunun sesi
Birazdan ay da çıkacak
Hazırlayacak geceyi yarınki güne.
Güz anılır oldu ölümle.
Güneşe dönmeyi bekliyor hayatın ucunda
Aç, yorgun bedenler.
Kıbleye duranlar sallarken kılıcını
Hayat çiziyor
Ölümle yaşam arasındaki sınırını.
Çocuk, gülüyor, ağlıyor, ölüyor…
Toprağında kan akanlar
Suyunu çöllere
Aşını alçaklara
Işığını karanlıklara veriyor,
Çocuk gülüyor,
Gülen ve direnen çocuklar için

Bahar yine gelecek.




19 Mart 2015 Perşembe

Kara Kaplı'dan


10.
Yitik bir köydü geçtiğimiz.
Taş duvarlı bir ev, 
Sanki asırlar öncesinden kalmış
Duvarları yıkık, çatısı çökmüş.
Önünde meşe, arkasında zeytin
Köşede ocak, 
İçinde ne dertler ne aşklar pişmiş
Kuytusunda öpüşürken bir çift
Zeytinler çiçek açmış, meyvaya durmuş
Buğday götürmüş değirmene
Un getirmiş
Durmuşuz değirmenin ortasında
Üstümüzde gökyüzü, dışarıda ayaz, fırtına
Kaldırmış kafasını kadın
Fırtınada savrulan bir martı
Şarap saçlarına takılmış
Erkek gülmüş bakıp kadının gözlerine
Kadının kirpiklerinin arasına
Fırtınadan kaçan kuşlar sığınmış.
Öğütmüşler geçmişlerini değirmende
Geriye, fırtınada uçan martılar kalmış...

13.
Birden bire çıkıp karşıma
Kükredi bir arslan
Korkmadım, çekilmedim geri
İlerlemedi, durdu o da
Keskin ve büyüktü dişleri
Savruluyordu rüzgarda kızıl yeleleri
Yürüdüm üstüne, okşadım tüylerini
Küçüldü dişleri, dudağında bir gülümseme
Bin dedi, gidiyoruz
Ufukta, güneşin battığı yere...




26.
Alsam ellerini avuçlarıma
Götürsem.
Turkuaz renkli bir sahil köyüne
Sen baksan bana ben tapsam sana
Ne put olsan ne de tanrı ama
Sahilde iki çakıl taşı
Gelmişler yan yana
Dalgaların vurduğu kıyıya
Bu kadardır işte hayat
İlk dalgada biri
Bu sahilden ayrılacak...


13 Mart 2015 Cuma

Yolcunun Kirpikleri Arasında




Alnını daya cama
süzülsün yollar ayaklarının altında
bir orman geçsin gözlerinden
parmakların değsin kayalara
denizleri bırakırken geride
beni de sakla, götür avuçlarının içinde.
Yolunda yoldaş, ekmeğinde katık,
içtiğin suda damla gibi
unut heybende,
saçlarına takılı pembe toka gibi
yanında götür beni de...